Telefon
WhatsApp
İZMİR’DE UNUTULMUŞ BİR ÇINAR… KIYMET UNUTMA

 

NAZLI GAZETESİ - İZMİR,

Sanat dünyasının değerli saz virtüözü ve ses sanatçısı Kıymet Unutma ile yapmış olduğumuz röportaj saz icracılarının ve ses sanatçılarının bu konudaki yeteneklerini, başarılarını, değerlerini, vefasızlıklara olan yaklaşımlarını gözler önüne sermesi açısından çok anlamlı. Lütfen bu değerli sanatçılarımızın hak ettiği değeri vaktinde verelim.

A.K: Hoş geldiniz sevgili Kıymet Hanım. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Sizin gibi değerli bir yetenek olan saz ve söz icracısıyla böyle bir anı yaşamak benim için çok değerli. Engin bilginizden geçmişle ilgili kazanımlarınızdan ben ve okuyucuların yararlanması için anlatacaklarınız bu mesleği sevgiyle yapmak isteyenler için bir eğitim yolu niteliğinde olacaktır. İzninizle sorularıma başlamak istiyorum.

A.K: Öncelikle Hayatınızla ilgili kısa bir bilgi alabilir miyiz?

K.U: Aslen İstanbulluyum. Eşim İzmirlidir, kendisi “Agora Meyhanesinin” şairidir. Bornovalı değilim, ama burayı çok sevdim ve alıştım. Muğla Yatağan doğumluyum. Babamın memuriyeti zamanında orada doğmuşum ama kırk günlükken İstanbul’a gitmişiz, daha doğrusu biz doğmadan babamın tayini çıkıyor. Doğumun zor olacağı düşüncesiyle ve ikiz olduğumuz için annemin doğumu Yatağan da yapması gerektiğini söylüyor doktorlar. Biz kırk günlük olunca İstanbul’a gitmişiz. İlkokula İstanbul da başladım. Çocukluğum İstanbul da geçti ama çocukluğumun yazları da İzmir Karşıyaka da geçti. İstanbul da denize sokmadı babam bizi. Karşıyaka, İzmir in yazlığıydı. Her yerden denize girilirdi. Şimdiki yat kulübü olan yerden denize girerdik. Kayalardan midye toplardık. Denize girmeye oraya gidilirdi, bembeyaz kumu vardı. Yunuslarla birlikte yüzerdik, yazlığımız oradaydı.1964 de temelli İzmir’e geldim. Yerleştik, ondan sonrada İzmirli olduk işte. İkiz kardeşim erkek. Askerde rahat etmesi ve ordu evinde saz çalıp nöbete gitmeyeceği düşüncesiyle kardeşime saz aldı.

Babam Atatürk’ün naaşını Yavuz Fırkateyni’ nden alan güverte subaylarından biri. Babam Refah faciasından kurtulmuş (Birleşik Krallık’a sipariş edilmiş olan denizaltıları ve uçak filosunu teslim almakla görevli personeli taşıyan “Refah Şilebinin 23 Haziran 1941 de batırılma olayı).

Babaannem Atatürk’ün mahallesinden komşusu, birlikte büyümüşler. Mustafa Kemal’in isteğiyle Kız Enstitülerini kuran iki kişiden biri olan Cemile Devrim.

Babamla babaannemin ve amcamın soyadları farklıdır. Soyadı kanunu çıktığında denizde görevde olan babam döndüğünde unutup geç kalınca görevli memur soyadı almaya gittiğinde ben sana “Unutma” soyadını vereyim ki bir daha hiç unutma demiş.

A.K: Konservatuar okudunuz mu?

K.U: Ben Klasik Batı Müziği Konservatuarından ayrıldım, viyolonselden. Ne alaka değil mi?

A.K: Saza nasıl başladınız?

Erkek kardeşim sazı alınca iki üç kursa gitti. “Tin tin tini mini hanım, tren gelir hoş gelir” çalıyor. Bende o zaman konservatuar da viyolonsel çalıyorum, hocası Fransız Madam Moren var. Kadınla bir türlü anlaşamıyorduk. Gittim dedim ki al sen çal viyolonselini. O gün çıktım geldim ağlaya ağlaya eve.

O arada sazı aldım elime ben saz çalacağım dedim anneme. Viyolonsel okuyorsun dediğin de bırakıyorum onu istemiyorum dedim. Sazı akort yaptım kendimce. Kulağım çok iyiydi benim.

45’lik plaklar vardı o zaman. Plakları takıyordum onlara göre sazı akort ediyordum, onlarla beraber çalıyordum. Kendi kendime öğrendim sazı. Sonra hocalardan ders almaya başladım. Repertuar dersi aldım Mustafa Hoşsu’dan. Yılmaz İpek vardı o dönem İzmir de. Biz radyoda yetiştik. Ben Talip Özkan dan yetiştim.

Benim bağlama tarzıma kimsede yoktur mesela. Maalesef sağlık problemlerimden dolayı artık saz da çalamıyorum. Zamanla her şey gidiyor. Önce sesimi kaybettim, sonra da düşünce bileğim sakat kaldı, saz çalma yeteneğimi de kaybettim.

A.K: TRT de nasıl başladınız?

K.U: İlk 1969 yılında bir imtihan oldu. İmtihana girdim. Oradaki hocalar demişler ki saza alsak, çok güzel bir sesi kaybederiz. Ses radyosunda soprano bir ses yok. Sese alsak, bir genç kızın bağlama çalması, hele bu tarzda bağlama çalması, Türkiye radyolarında yok. Ne yapsak? Biz demişler bunu en iyisi Ege Mahalli Sanatçısı yapalım. Sonra hangisine kadro olursa, ya sese ya saza birine alırız demişler. Böylelikle 1970 yılında o şekilde başladım. Ege Yöresi mahalli sanatçısı olarak başladım. İzmir Radyosunda ilk Ege türkülerini okuyan da benim.

A.K: Kayıtlı pek dökümanınız yok neden?

K.U: Kütahya televizyon çekiminde var, Kütahya’nın pınarları. Maalesef hepsini sildiler TRT arşivinden. Ege türkülerinin ders olacak nitelikteki türkülerini, benim çalıp söylediğim kayıtlar hepsi yok oldu. Ege türkülerinin tavrı, tarzı, saz çalış şekli başkadır. Mızrap şekli başkadır, söyleyiş tarzı başkadır. Ben bir türküyü çalıp okuyacağım vakit, o yöreye gidip oranın insanlarından öğrenirdim biz öyle öğrendik. Rahmetli Talip hoca bize, türkü verirdi. Gidin derdi, şu köyde şu insanları bulun, o insanlar nasıl çalıp nasıl söylüyorlar okuyorlarsa öğrenin öyle gelin derdi.

Ben türküleri hep öyle geçtim. Ben Kütahya’nın pınarlarını okuyabilmek için 3 senemi rahmetli Ahmet Hisarlı’ nın dükkânın da geçirdim. Benim Kütahya mızrap tarzım vardır. Araştırma bölgemdi. Kütahya Türküleri çok farklı türkülerdir. Emek isteyen, çok iyi çalışma isteyen türküler.

A.K: Sesinizin farklı bir tınısı mı var?

K.U: Gereksiz nameler olmaz çünkü yöresel okudum ben, her okuduğum türkünün mutlaka yöresinde araştırmasını yaptım. Mesela Denizin dibinde Hatçem’i ilk okuyanlardanım. Türküyü okumak için Burdur’un Armalı köyüne gittim ve o Hatice’yi buldum. Türküsü yakılan Hatçe’yle tanıştım. O zamanlar imkânlar yoktu, fotoğraf makinesi yoktu yanımızda, ama o türküyü benim gibi okuyan yok şimdi. Neden, çünkü öyküsünü, hikâyesini bilmiyorlar. İnsanları tanımadıkları için o duyguyu veremiyorlar. Ben şimdi o türküyü okurken hep gözümün önüne gerçekten, parlak yüzlü, boynunda bütün benleri olan, pamuk gibi, parmak uçları kınalı Hatçe gözümün önüne geliyor. Oturuşu o duruşu. Ve ben o kadını, onu okuyorum. Kendimden bir şey katmıyorum o türküye.

A.K: Başka hangi çalışmalarınız var böyle?

K.U: Arda Boyları türküsünü Türkiye radyolarında ilk çalıp söyleyenim. O türküyü meşhur eden de. 70li yılların favori türküsüydü. Şükriye Tutkun diye bir kızımız okudu. Bana sorup öğrenmesini hikâyeye göre de klip çekmesini isterdim.

Bakın, türküleri okurken bize Talip hocanın öğrettiği çok şey vardı. Çocuklar derdi, okuyacağınız türkünün önce sözlerine bakın, hikâyesi oradadır derdi. Onu özümserseniz onu iyi anlarsınız o türküyü yaşayarak söylersiniz. Bütün türkülerin hikâyesi sözlerinin içinde vardır. Arda Boyları üç ayrı insanın ağzından söylenen bir türküdür. Bir genç kızın, bir nişanlının, bir de ananın söylediği. Bir de Arda boyunda şehit düşen oğlanın söylediği sözlerden. Onu okurken o insanları ölümsüzleştireceksin orada. Vurgulayacaksın. Okurken ki tarzın, sesinin tonu, yumuşaklığı, ses düşmesi yükselmesi bunlar çok önemli türkülerde. Bunları kimse bilmiyor.

A.K: Şimdilerde verilen eğitimleri nasıl buluyorsunuz?

K.U: Rezalet. Rezaletin dik alası. Konservatuar diye bir şey çıkardılar. Yapmayın, etmeyin, Türkiye de en büyük hata türkü söyleyen insanların diksiyonlarının olmayışı. Diksiyon dersi diye bir şey yok. Bu batı müziğinde var. Halk müziğinde olur muymuş? Niye olmasın kardeşim? Tavır vardır, ağız vardır. (A) ları, (E) leri, (Ü) leri, (İ) leri nasıl söyleyeceğini bilmesi gerekiyor. TRT de ki türkü yarışmasını izledim ve üzüldüm. Jüriliğe getirilenlerin çoğu dışardan. Sen ne anlarsın be kardeşim? Neyini anlıyorsun ya? TRT’nin içini de boşalttılar. Kızların oğlanların dediği bir tek sözü anlamadım. Ağız açma diye, çene oynatma diye bir şey yok. Dudak, söyleme diye bir şey yok. Dişlerinin arasında çene sallıyorlar. Ne bu Allah aşkına.

Bunlara ben yalvardım, bakın dedim ücretsiz, ama en azından diksiyon dersleri kuralım. Verelim bu çocuklara, egeyi ben biliyorum. Ege’yi çok iyi bilenim. Oysa benim zamanında yetiştirdiğim talebeler oralara öğretim üyeleri oldular, bizi dışında tutarak hata yaptılar

Biz bizden önceki devreye son derece saygılıydık. Onlardan bir şey öğrenelim diye diplerinden ayrılmazdık. Ne öğrenebilirim, hangi türküyü nasıl okuyorlar, Mürvet abla, Nimet abla, Zeki ağabeyciğim, Ahmet ağabeyciğim. Bu türküyü okuyayım da ben sen biliyorsun nasıl okuyayım? Onlar da alırlardı bizi yetiştirirlerdi. Ama şimdikiler hiçbir şeyi kabul etmiyorlar. Hele konservatuardakiler hiçbir şeyi kabul etmiyorlar. Biz biliyoruz, siz alaylısınız. Alaylılara kurban ol dedim ya.

Biz alaylıyız ama halktan geldik. Halkın içinden öğrenerek geldik. Kendimizden hiçbir şey katmadık. Türküleri kişiselleştirmedik. Ne sözlerini değiştirdik ne melodisini. Çünkü neden, halkımıza ve mesleğe sevgimizden. Özünü koruyamadığımız her şey zamanla kayboluyor.

Konservatuarda bir enstrüman yarattılar, kısa sap diye ama yani bilemiyorlar ki onda her türküyü çalamazsın. Her yörenin her tavrını çalamazsın. Piyasa işte. Marifet, türküleri değiştirip yıldırım hızıyla çalmak değildir. Niçin neden yapıyorlar bunu? Niçin niye değiştiriyorsun? Çocuklara bunu sorduğumda bakıyorlar suratıma. Hocam işte halk öyle istiyor. Hayır efendim halk istemiyor. Onu halka sen veriyorsun. Bizden niye istemediler? Bizim neslimizden niye istemediler? Bir Nezahat Bayram’dan isteyebildiler mi? bir Neriman Altındağ Tüfekçi’ den isteyebildiler mi? Nimet Oğuz’dan isteyebildiler mi? bizden isteyebildiler mi? İsteyemediler. Neden? Lütfen sorgulayın diyorum çocuklara neden? Neden istemediler? Çünkü biz onların ayağına gittik. Onların istediği, onların duymak istediği türküleri söyledik. Onların analarından, babalarından, atalarından duydukları türkülerin birebirini söyledik onlara. Onun için kabul ettiler insanlar bizi. Niçin bizi hala Kıymet Unutma denilince annemden babamdan duyardık seni diyorlar, şimdikiler niye yok? Üç gün parlıyorlar, dördüncü gün yoklar, olamaz ki. Talip hoca şunu söylerdi, geliştirmek değil, olanı korumalı. Bizim halk müziğindeki çok seslilik kadar, hiç bir müzikte yoktur, neden? Halk müziğinde cura vardır, tambura vardır, divan vardır kabak kemane vardır, mey vardır, zilli maşa vardır… o kadar çok enstrüman var ki işte bunlar çok seslidir. Bunlara sen gitarı, viyolonseli katamazsın. Senin zaten çok seslinin içinde var, onları kullansana. Onların perküsyonlarını kullansana. Esas çok seslilik halk müziğinde vardır. Türk Sanat Müziği saray müziğidir. Belli bir standartı vardır, onun dışına çıkamazsın. Onlar bile bizim türkülerimizi alıp türkü formunda beste yapmışlar. Türkülerin tamamını olduğu gibi okuyorlar, onu besteliyorlar. Şimdikilerde beste yapıyorlar. Eskiden TRT de beste türkü asla okunmazdı. Çünkü sen oturuyorsun “Dalda Kuşlar Ötüyor, Lay lay Lom” al sana beste. Bunun özünde ne var? Ne hikâye var? Bir yaşanmışlık var mı? Bilmiyorlar. Benim için yaşanmışlığı olmayan hiç bir şey gerçek değildir. Olamaz da, neyi vereceğim ben? Kafamdaki bilgiyi mi?

 

A.K: İlk hangi türküyü çalıp söylediniz?

K.U: “Elif dedim be dedim”. Benim 70 yılında okuduğum plak da vardır bu. Plağın bir yüzü Elif dedim be dedim, bir yüzü Karahisar Kalesiydi. Elif dedim be dedim sözleri o kadar dertli ki. Kuşun kanadından ayazmaya kalksan gökyüzüne o bile yetmez. Mesela Kütahya’nın Pınarlarını kim biliyor oradaki Vehbi yi? Onun hikâyesini kim biliyor, bilmiyor kimse. Koştura koştura okuyorlar. Ben Kütahya’ya gittim. Vehbi’nin köyünü buldum. Mezarını buldum, ailesinden fotoğraflarını buldum. Gittim gördüm. Vuruyorlar adamı hiç yoktan gidiyor yani adam. Alkanlara boyandı kani diyor. Sevda uğruna gidiyor.

Türküleri tekrardan besteliyorlar, ben ona şaşırıyorum. Olan bir şeyi bozuyorlar, katlediyorlar. Tolga Çandar’ la hala kavga eder atışırız. Sen ege sanatçısısın, nasıl bozarsın türküyü? Derim. Kendi halkının türküsünü bozmaya hakkı yok kimsenin.

A.K: Zamanımızdaki vefasızlıklar için neler söylemek istersiniz?

K.U: Geçen gün TRT müzikte Özay Gönlüm anma gecesi vardı. Onun yaptığı “Yaren” çalgısı var, ilk o yaptı. Aynı anda 3 enstrümanı birden kullanma özelliği var onda. Curayı da, tamburayı da, normal bağlamayı da kullanabiliyorsun. 3 ayrı ton sesi aynı anda verebiliyorsun. Yani kendine bir orkestra yaratıyorsun. Çok güzel bir çalgıdır.

Özay gönlümle hiçbir bağı olmayan insanlar vardı o anma gecesinde. Ben varım burada. Hiç biri benim kadar Özay Gönlüm ile vakit geçirmemiştir İzmir TRT radyosunda. Tuğba Ger diye bir kızımız kullanıyor şimdilerde o sazı. O da Denizli’ li. Onu anlatmak için dünkü çocukları çağırıyorlar. Şimdiki nesil söylesen de eleştiri kabul etmiyor zaten. Doğrusu böyle dediğinde biz böyle öğrendik diyor, yanlış öğrendiğini kabul etmiyor. Birisinin taklidi olmayın ya. Bizim TRT de yapılan en büyük hata o. Taklit etmek. Kendiniz olun, özünüz olsun. Beni niye kimse taklit etmedi? Edemedi? Çünkü kendime ait bir tavrım var. Tavrım dışına çıkmam o benim özüm. Ama bunları maalesef yeni nesile ne anlatabiliyorsun ne öğretebiliyorsun. Zaten öğrenmeye de niyetleri yok.

62 yıl saz çaldım. 1964 de başladım 2006 da bıraktım. Bileğim kırılıncaya kadar saz çaldım. Enstrüman çaldığım halde hiçbir zaman koro şefliğine cesaret edemedim. Siz nasıl cesaret ediyorsunuz ve nasıl bu kadar sizi tanıyan bilen kişilerin arasında ben TRT sanatçısıyım diyorsunuz. Sözleşmeli program yapmışsın sadece. Senin orada hiçbir emeğin yok. Maaş almamışsın. Gelmişsin bir iki tane türkü okumuşsun. Ya da has bel kader beğenmişlerdir seni, üç türkü bant yapmışlardır, parasını almış çıkmışsındır. Maaşa bağlı değilsin, TRT de eğitilmemişsin. Adabını bilmezsin ama TRT sanatçısı oluyorsun ve bunu kullanıyorlar.

Ben TRT’ye 70 de girdim 2006 da çıktım, TRT sanatçısıyım diyemiyorum etrafıma. Gerçekten diyemiyorum, utanıyorum. Bağlı bulunduğum kurumun kalitesini korumaya çalışmakla mükellefim. Oradan ekmek yedim, orada her şeyi öğrendim, orada her şeyi halkıma verdim. Niye bozayım kendimi? Niye bozdurtayım sen de onlar gibisin dedirteyim. Dedirtmem. Çünkü sanatçıyım, kendime saygım var, yaptığım mesleğe saygım var. İşte, yeni nesil ile bizim aramızdaki fark bu.

Yeni nesil, sadece para için yapıyorlar ve yaptıkları işe saygıları yok, çünkü kendilerine saygıları yok. Kendilerini tanımıyorlar ne cevher olduklarını. Olmaz. Yaptığın işe saygı duyacaksın. Vurduğun her tezenede senin bir emeğin var, senin bir ruhun var. Bunu anlatamadım ben yeni nesile. Halk müziği koştururcasına söylemek değildir. Dişlerinin arasından, çenelerini açmadan okuyorlar. “A” ları, “E” leri, bizim bir hocamız vardı. Çingene “E” si kullanmayın derdi. Çünkü Türkçe bilmiyorlar, edebiyatla ilgileri yok.

O türkünün gidip yöresinde, neden ve hangi olayın üzerine, hangi facianın, neşenin, sevincin üzerine yakmışlar bilmiyorlar. Bütün türkülerin sözlerinde hikâyesi vardır. Konuşma, gelenek, yemek, oyun farkı var. Halk müziği halkın içinden gelen müzik demektir. O zaman o halkın oyununu da, hikâyesini de, yöresel yaşayış tarzını da, ne yediğini ne içtiğini de bileceksin, çocuk oyunlarını da bileceksin. Türkü söylemekle halk müziği sanatçısı olunmaz. Hiçbir genel kültürün yoksa sen halk müziği sanatçısı değilsin. Sen okuyucusun.

A.K: En son ne zaman çaldınız sahne de?

K.U: En son İstanbul da sahne aldım. Kültür bakanlığının bağlama sanatçıları olarak program yapıldı. En son orada çaldım. Tek kadın bendim. Şu anda Türkiye TRT radyolarında kadrolu ilk ve son kadın bağlama sanatçısı benim. Benden sonra da almadılar. Kadın bağlama istemiyorlar. Erkeklerin hegemonyasında bağlamayı, kadın çalamaz, öyle bir çalar ki valla. Bu yüzden ben TRT de çok hezimete uğradım, atıldım geri geldim defalarca. Onlar attı ben girdim. Kadın bağlamayı hiç kimse kabullenemedi. Kafalarına vura vura yaptım o işi. Yetiştirdiğim talebeler önce ben kestiler. Derecelerimi düşürdüler, bantlarımı yok ettiler. Ankara’da arşivdeki görüntülerime kadar yok ettiler. Biz buralara başkaları gibi gelmedik. Tırnaklarımızla kazıya kazıya, kimsenin yardımı olmadan geldik. Hakkımızla geldik. Hakkı olmadan gelenler bizim gibilerin önümüzü kestiler. Maalesef.

Biz TRT’ ye yetiştirilmek üzere alınan sanatçılardanız. İyi hocalardan ders aldık. Şimdikilerin öğrenmeye niyetleri yok. İzmir radyosu niye kuruldu? Ege yöresinin türkülerini tanıtmak için. Ege radyosunda doğu türküsünün ne işi var? Ben yıllarca bunun mücadelesini verdiğim için hep kafama vurdular. Derecelerimi aldılar elimden. Niye? Ben İzmir’im ya. Egeyi temsil eden bir radyoyum ben. Korolarda bir tane bile ege türküsü okunmuyor. Okutun, söyleyin, söyleyelim, çalalım. Niye yok? Sen yöreni koruyamazsan, hiçbir şeyin kalmaz. Bunu anlatamıyorum ben insanlara.

A.K: Aldığınız Dijon ödülünden bahseder misiniz.

K.U: İnsanların doğum yeri gerçekten kaderini belirliyor. Muğla Yatağanda doğuşum beni Ege ye yöneltti. Ege tavrını, ege yöresini temsil etmek için çabaladım. İzmir Turizm Derneği kurucularından biriyim. Dernek şu an çizgisinden çıktı. Derneği kurmak için çok zorluk çektik. Dijon ödülünü aldık. İlk derneği İsmail Özboyacı, Ertuğrul Atlet, Şehber Çavuşoğlu kurduk. Emek vererek, cebimizden harcayarak, hiç bir karşılık almayarak o derneği kurduk. Dijon ödülü uluslararası ve çok önemli. 17 Napolyon altınından oluşuyor. Bugian Şövalyeleri’nin isimleri var üstlerinde. 50-60 ülke vardı. Halk müziğinde Türkiye’ye birinciliği getirdim. 1972 yılında madalyayı aldık. 73 yılında festivalin meşalesini yakmaya gittik. Kars, Silifke, Artvin, Zeybek oyunlarıyla gitmiştik. Hiçbir sahnede aksilik yaşamamışımdır. Hazırlığımı garantiye alır öyle çıkardım.

 

A.K Aileniz size her zaman destek oldu mu?

K.U: Sanat küçük yaşta başlar. Hayat seni yönlendiriyor, kabiliyetini çıkartıyor. Ben ailemden çok destek gördüm. Annem babama demiş ki, bu kız süpürgeyle saz çalışıyor, mandolin çalıyor. O zaman ilkokulu okurken Şişli Konservatuarında bale bölümündeydim. Uzun yıllar bale yaptım.

Akşam babam geldi elinde kocaman bir kutu. Aç bakalım ne var içinde. İçimden de diyorum ki Allah’ım inşallah mandolindir. Hem de en kalitelisini almış. O mandolinle yattım. Hayatım boyunca unutmam o anı. Ertesi gün annemle okula gittik. Kursa yazıldım. 6 ayda ben, 2 senedir kursa gelen çocuklardan üzerinde bir performansla mandolin çalıyordum. Ondan sonra da hep beni müzik için desteklediler. Müzisyen olacaksın dediler, olduk.

Yaşadığım emek verdiğim kurum için üzülüyorum. Küçükken merasimlerde hep türkü söylerdim. O zamandan belliymiş türkücü olacağım. Hakikaten hayat çetin, ücreti de peşin. Biz hep peşin ödedik ücretini hayatın. Şimdi artık ödediklerimin semeresini görmek istiyorum, yoruldum artık.

Ben öldükten sonra bana ödül vermenin, adımı vermenin anlamı yok. Türkiye’de ilkleri yaşamış bir kadın sanatçı dururken, daha dünkü çocuklara yılın sanatçısı ödülü veriyorlar. Bunlar ters üzücü. Bilgimizden faydalansın gençler. Bilgilerimiz bizimle gitsin istemiyorum. Bizim de size aktaracağımız şeyler var, sizin de ötekilere. Onlar okullu. Ancak mızrap şekillerini bile bilmiyorlar. Konya mızrabı atmaya kalksam atamaz. Bir misket mızrabı atamaz. Misket düzeni çalamaz, çünkü öğrenmiyorlar, öğrenmeye de niyetleri yok. Hocaları bilmiyor ki öğrencileri bilsin.

TRT de enstrüman çalmayı bilmeyen koro şefi olamaz. Bilmek zorunda şef olabilmesi için. İmtihandan geçirilir. Ama bazı insanlar oldular o ayrı. Doğruyu söylediğim için herkes bana gıcık oluyordu. Beni sorun bakın sevmezler, doğruları söylediğim için. Aktüel dergisi yılın halk müziği sanatçısı olarak seçiliyordum 90’larda ödül verilecek. TRT’ yi arıyorlar. Benim adresimi telefonu öğrenmek için. Benim kurumdan birileri hakkımda o aklını oynattı akıl hastanesinde yatıyor diyor. Başka bir derginin ödül töreni için de öldü demişler. Ben bunlarla mücadele ettim yıllarca.

A.K: Gençlere tavsiyeleriniz neler olur

K.U: Ben çok özgür büyüdüm, iyi bir ailede doğdum. Tek başıma Avrupa’yı gezdim. Gençlere tavsiyem önce öğrenmeyi öğrensinler, meraklı ve araştırmacı olsunlar. Ellerinde ki değerin kıymetini bilsinler Yaptıkları işe ve kendilerine mesleklerine saygıları olsun. Ben bir tek bunu istiyorum onlardan. Öğrenmeyi öğrensinler. Çünkü sanatçı olabilmen için kendinden çok şey vermen gerekiyor. Öğrenmen gerekiyor. Oturmayı kalkmayı, kiminle nasıl konuşacağını, hangi protokolde nasıl davranacağını, bunlar çok önemlidir. Hayatta her şey para değil.

Eşimle Kapadokya’ya gittik. Çay içmeye oturduk bir yerde. Hesabı ödemeye kasaya gittim. Kız dedi ki bana, biz Kıymet Unutma’ dan çay parası almayız. Siz misafirimizsiniz. Bunu duymak güzel işte. Ben bunu emekli olduktan sonra duydum. Bir dağın tepesinde duyabiliyorsam demek ki ben bir şey yapmışım. O noktaya gelmişim.

Onu aşağı çekmeye benim hakkım yok. O sanatı aşağı indirmeye hakkım yok. Ona göre davranırım. Ben bir birey olarak yaşıyorum. Ben bir ulusun ülkesinin sanatını icara ediyorsam ona layık olmak mecburiyetindeyim. Onu rezil etmeye benim hakkım yok. Duruş budur, sanat budur.

A.K: Sevgili Kıymet hanım sohbetiniz, verdiğiniz bilgiler, gençlere yönelik değerli tanımlarınız, geçmişe olan saygının değerini hatırlatmanız nedeniyle geleceğe umutla bakmamızı sağladığınız için kendi adıma ve tüm okurlar adına teşekkürlerimi sunuyorum.

 

Röportajı Yapan ve Hazırlayan: AYLİN KOÇ

Editör: Ayşe Özçelikler

ErsalYonetim333

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!